30 Eylül 2011 Cuma
GFI 2. Sergi – Alper Dutkin “Yerli Göçmen”
GFI’nin 2. Sergisi için gelen projeler içinden seçilen Alper Dutkin’in “Yerli Göçmen” sergisi , 7 Ekim Cuma akşamı GFI Galeri’de açılıyor.
Bizim inisiyatif alma amaçlarımızdan biri de genç fotoğrafçıların yaptıkları işleri sergileme imkanı bulması.Bu amacımıza, seçimleriyle bize destek veren Kathryn Cook, Murat Germen, Orhan Cem Çetin, Coşkun Aşar, Koray Birand, Gökşin Varan, Attila Durak, Ahmet Polat,Yücel Tunca,Nezaket Tekin ve Lisa Dicarlo’nun yardımlarıyla bu sefer de ulaşabildik.
Alper Dutkin’in “Yerli Göçmen” projesiyle ilgili cümleleri ise şöyle:
" 2004 yılında Üniversite eğitimi için İzmir’den Çanakkale’ye geldim. 2006 yılında ilk fotoğraf makinemi edindim. Fotoğraf çekmeye başladığımda, özellikle Roman mahallesi üzerine fotoğraf çalışması yapmayı planlamamıştım. 2007 yılında, Çanakkale sokaklarında dolaşırken yanlışlıkla girdiğim Fevzipaşa mahallesinde çay içmek için bir kahvehaneye davet edildim ve ilk hatıra fotoğraflarımı çektim. Daha sonra fotoğrafların çıktılarını alıp götürdüm ve çalışmam kendiliğinden başlamış oldu. Böylece ben Fevzipaşa’da olmayı, burayı fotoğraflamayı sevdiğimi anladım ve gitgide bu muhitte daha fazla vakit geçirmeye başladım. Fevzipaşa’yı , en başından beri neredeyse hiçbir yabancılık çekmeden fotoğraflıyorum. Bunda on yedi yılımı geçirdiğim Gültepe’nin İzmir’in nam salmış Roman Mahallesi Kuruçay’ın komşusu olmasının da etkisi büyük. Yerli Göçmen çalışması; benim fotoğrafa bakış açımın değişiminin hikayesi de diyebiliriz. Yerli Göçmen , geniş zamana yayılan bir çalışma olduğu için , fotoğrafla ilgili gelişen ve değişen bakış açım da çalışmama yansıdı. Örneğin İlk yıllarda fotoğraflandığının farkında olan insanları çekmekten kaçınıyordum ayrıca içinde insan olan fotoğraflara yoğunlaşmıştım. Daha sonra bunu aştım ve portreler çalışmaya, içinde insan olmayan karelerle de ilgilenmeye başladım.
Yerli Göçmen çalışmamı belli bölümlere ayırdım ve o bölümleri tamamlamaya çalışıyorum. Çalışmayı düşündüğüm tüm bölümleri tamamlasam da , bir gün Çanakkale’den ayrılsam bile, Fevzipaşa mahallesini ziyaret edip burayı fotoğraflamaya ve orada olmaya devam edeceğim. "
Sergi açılışımızda yanımızda olmanızı umuyoruz.
Not:Gelirken içeceklerinizi de yanınızda getirirseniz, hem biz hem de diğer gelenler çok daha memnun olacaktır.
GFI 2nd Exhibition - Alper Dutkin "The Native Immigrant "
The opening of the exhibition of Alper Dutkin's "The Native Immigrant" will be held at 7 October 2011 in GFI.
One of our goals to take initiative is to show young artists projects.
Kathryn Cook, Murat Germen, Orhan Cem Çetin, Coşkun Aşar, Koray Birand, Gökşin Varan, Attila Durak, Ahmet Polat,Yücel Tunca,Nezaket Tekin and Lisa Dicarlo gave support with their selections to realize our goal.
Alper Dutkin says about his project:
" I came from İzmir to Canakkale for my university education. I got my first photography machine in 2006. When i started to take photos , i didn’t planned working on the Roman District. In 2007, while wandering around Çanakkale streets, i was invited for a cup of tea in a cafe and i took my first memory photos there. Afterwards , i took those photos to owners thus my work was set off by itself. Then i realised, i liked being in Fevzipasa and taking photos here and i started to spend more and more time in this district.
I can say that Fevzipasa was familiar for me even at the first times as i grew up in a place that was close to the Roman district called Kurucay in İzmir. In a way ,The Native Immigrant Project is the story of my changing point of view to the photography. As it is a long term Project, my ever developing ideas is reflected in the photos. For example , i used to retain photos in which ,people was aware of being captured and i used to took mostly photos that contain people. Later, i transcended this and i started to work on portraits and started to be interested in the scenes without people in it.
I divided my work into parts and i’m trying to complete those parts. Even if the parts are completely finished and even if i leave Canakkale one day, i know i’d turn back to take photos of Fevzipasa district."
We cordially invited you to our opening exhibition.
P.S.:Please bring your own drink for your pleasure.
28 Ağustos 2011 Pazar
VERNACULAR FOTOĞRAF NEDİR ( NE DEĞİLDİR )?
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Sanat Komplosu..
“Belki de bizler, kendi kendimize sanat komedisini oynamaktan başka bir şey yapmıyoruzdur..”J.B
Modern’den çıktıktan sonra hissettiklerimin tam karşılığı olan cümlelerin sahibi Baudrillard’a olan hayranlığım bir kademe daha ileriye gitti. Sanat komplosu metninde bahsettiklerinin somut sonuçlarından birini deneyimlemiş olmanın getirdiği absürt ruh halim..
Uzun bir ara verdiğim ilişkimize tekrar heyecanlı bir başlangıç olur ümidiyle gittim İstanbul Modern’e..Bana hep fazla konsept ve mesafeli yapısından tekrar ajite olarak indim “cehennem merdiveni”nden.. Heyecanım Mccury’nin son kodachrome sergisinden kaynaklanıyordu. Fotoğraf tarzı bana biraz uzak olsa da onun renk ve ışık kullanımındaki ustalığı su götürmez bir gerçekti ki bu da bu sergiyi görmemenin çok büyük bir hata olacağı fikrimi güçlendiriyordu. Perşembe beleş gün konseptinden yararlanmanın ve Mccury’nin popülaritesinin de etkisiyle epey bir izleyiciyle beraber gezdim sergiyi. Klasik olarak artık az çok ne yazacağını bildiğimiz Özendes’in sergi metnini okuyarak başladım ve yüzeysel bir sergi metni okumuş olarak devam ettim. Serginin ilk fotoğrafı Deniro’ya aitti. Fakat fotoğraftan çok baskının kalitesine takıldı gözüm. Gerçekten şaşırmıştım baskı kalitesini görünce, çünkü çok kaliteli baskılara bakmak için de heyecanlıydım. Tek kelimeyle “Berbat” baskılardı.. İnanılmaz bir şekilde bu fotoğrafları bu şekilde bastırmışlar hatta daha da ileriye gidip bunları asmışlardı. Tek tek diğer fotoğraflara doğru ilerledikçe hiç bir şeyin değişmediğini görüp iyice sinirlerim bozuldu. Nasıl böyle bir şey olabilir gerçekten anlam verememiştim -ki ben sergilerde en son baskı kalitesine bakan insanlardanım ve bu yüzden de çok eleştiri alırım. Ama ben bile bu duruma inanamadım. Baskı rezilliğinin yanında bir de fotoğrafların sanki lise sergisiymiş gibi fotobloglarda sunulması durumu içinden çıkılmaz bir absürdlüğe doğru sürüklemiş. Ve daha da fazlası, Mccury’nin bu projeye verdiğin önemin kısacası önemsizliğin fotoğraflarda çok net bir şekilde belli olması. Adeta ne olursa çekerim minvalinden hareketle basmış deklanşöre, belli ki hiçbir ideolojik stratejiyle gerçekleştirmemiş çekimlerini.. Çektiği tüm fotoğraflar doğal olarak da sergilenmiş. Peki buradaki küratörlük nerde ben bunu anlayamadım. Serginin burada açılmasını sağlamak yeterli midir serginin küratörü olarak imza atmaya? Bu sorularla çıktım sergiden..
Ve sonra Sergenin söyleşisinden epey bahsettiği, benimde izlemeye şansım ve isteğim olmayan Tara’nın “Masum Suretler” sergisini dolaşmaya karar verdim. Yine olabildiğince ağdalı bir Özendes metni. Şaşırmadım. Büyük baskılara sahip fotoğraf; çoğunlukla izleyiciyi etkilemenin en kolay yollarından biridir ve izleyicinin bu tuzağa kolay düşmemesini isteyenlerden biriyim. Fotoğraflar sanırım 1*2m boyutlarında ve baskı kalitesi her nasılsa Mccury’nin kinden kat kat daha iyi.. Özendes metninde Rönesans dönemine atıfta bulunmuş. Fotoğraflar, komposizyon ve sahneleme olarak böyle bir niyete büründüğünü açıkça gösteriyor, fakat Özendes’in bahsettiği muhteşem ışık nerde? Yada bu modellerin sex bebekleri olmasının, gerçeklik kopyaları olmasının, bizim hayal dünyamızla varlıkların kanıtlanmasının bizdeki karşılıkları nerde.. Ya da ilk fotoğrafla son fotoğrafın aynı sahnenin iki farklı açıdan olması? Bu da mı hayal dünyamıza dahil olma arzusu?
“Bu riyakarlığın öteki yüzü, hükümsüzlük blöfü yaparak,sanatın bu kadar hükümsüz olmasının mümkün olmadığını, muhakkak bir şeyler saklıyor olduğu mazeretiyle insanları ona bir nebzede olsa önem ve değer vermeye tersinden zorlamaktadır. Çağdaş sanat bu belirsizlikten, estetik yargıları temellendirmenin imkansızlığından yararlanır ve onu anlamayanların ya da ortada anlaşılacak bir şey olmadığını idrak edemeyenlerin suçluluk duyguları üzerinden spekülasyon yapar.”j.b
Gerçekten de ne anlatıyor bu sergi? Sex bebekleri kullanmasının bir anlamı olmadığını söyleyen bir sanatçı, ama fotoğraflarında ki temel öge sex bebekleri!.. Bir şeyleri muğlaklaştırmakla -tıpkı yukarda da baudrillard’ın dediği gibi- kendi varlığını onaylatmaya çalışıyor. Ve gerçekten de ortada bir komplo var!..” Sanatın komplosu ve esas sahnesi de budur; bütün o açılışlar, sergi kurmalar,teşhirler, restorasyonlar, koleksiyonlar, bağışlar, ve spekülasyonlar- hepsi bu komployu yayar. Bildiğimiz herhangi bir evrende bu komployu bozmanın yolu yoktur, çünkü imgelerin aldatmacasının arkasına saklanarak düşünceden gizlenmiştir.” J.B
Bu iki sergi adeta bu komplonun somut bir temsilidir. Bu sergilerin küratörü ve sanatçıları aynı zamanda da bu müzede bu komplonun ana karakterleridir. Bu bağlam içinde izleyicisine bu şekilde sergiler izleten Özendes’in Türkiye fotoğrafından çekilmesini rica ediyorum. İzleyici ve üretici olarak bu komplonun içinde daha fazla var olmak istemiyorum..
Ersin gök
5 Ağustos 2011 Cuma
Sakın Gitmeyin veya Mutlaka Gidin
İstanbul Modern Müzesi şu anda fotoğrafla ilgilenen herkes için bir ders niteliğinde, neyin yapılmaması gerektiği ile ilgili bir ders bu. Aslında yazının başlığını “Sakın Gitmeyin” olarak düşünmüştüm, ama belki de “Mutlaka Gidin” olmalı.Mutlaka gidip iyice bakılmalı, Türkiye’de fotoğrafın dip noktalarından birine bu kadar yakından tanık olma şansını kaçırmamalı.
Steve McCurry dönemin en ikonik fotoğraflarından biri olan ‘Afgan Kızı’nın fotoğrafçısı, bir National Geographic fotoğrafçısı ve fotografik anlayışıyla da bunu gösteriyor.Kodak’ın son Kodachrome filmini McCurry’e verdiğini duyunca, birkaç sene önce sanırım, çok güzel bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Sergiye giderken de, fotografik tarzı hiç bana hitap etmese de güzel işler görebileceğime, iyi bir proje sergisiyle karşılaşacağıma nerdeyse emindim. En azından İstanbul Modern’in uzun zamandır tüm fotoğraf sergilerinde dayattığı fotoblok üzerine baskı kolaycılığının bu sergide son bulacağını ve iyi baskılar göreceğimi düşününüyordum.
Maalesef.
Nerden başlasam bilemiyorum bu içler acısı durumu anlatmaya, şöyle düşünün size son olarak üretilen 36 pozluk bir film veriyorlar ve sizden bununla bir proje oluşturmanızı istiyorlar. Ve siz bu sergiye 3 tane Robert De Niro fotografıyla başlıyorsunuz, neden 3 tane, bu nasıl bir proje anlayışı belli değil. Sonra hintli sanatçılar, sonra birkaç afgankızı özentisi, 1 adet kendi fotoğrafınız (kimin çektiği belli değil), birkaç gündelik fotoğraf vs. vs.
Hiçbir bağlantısı olmayan bir durum, içerik veya bağlam olarak bir hiç.
Sadece 1 makara filmden oluşan bu serginin, yani 36 fotoğrafın (5’I kayıp olsa da) bir de kuratörü var:Engin Özendes. Seçim diye birşey yok, sıralama zaten makara sırası,neyi “curer” etmiş (ayıklamış) belli değil.
Tüm içeriksizliğin dışında, yapılan baskıların kalitesizlğini anlamanız için sadece ilk fotoğrafta DeNiro’nun burnuna bakmanız yeterli,kırmızı yeşil noktalar, netsizlikler, kayıp beyazlar, kayıp siyahlar fotoğrafla çok az ilgili herkesin anlayabileceği, hiçbir fotoğraf sanatçısının böyle bir sergi yapmayacağı kadar kötü baskılar, tabi ki fotoblok üzerine.
Bu sergi bir ders niteliğinde, isim olmanız önemli değil, sergiyi açtığınız yer önemli değil, yaptığınız iş önemli.Ne gösterdiğiniz, ne anlattığınız önemli.
Bu özensizliği bir sergiymiş gibi insanlara sunma hakkını ve buna kimsenin ses çıkarmamasını hiç anlayamasamda, fotoğrafın bu olmadığını,bu insanlardan ibaret olmadığını biliyorum.
Dear Mr.McCurry,
I’d like to write this mail to inform you my concerns about your current exhibition at Istanbul Modern Museum.
Have you had chance to see your exhibition yet? If so, the quality of the prints (color and resolution problems) did not disturb you? ? ?
Do you think that you are really honest about displaying these unqualified prints at another Museum in Europe ? or this insensible attitude is just for İstanbul ?
If you have not seen it yet, this is also unacceptable for me, you will understand what I mean when you visit.
I consider your current exhibition is totally unfair for Turkish audience.
For your information.
26 Temmuz 2011 Salı
GFI Portfolyolarınızı Bekliyor
28 Haziran 2011 Salı
Antoine D agata
"Fotoğrafın Kara Çocuğu"
1961 marsilya doğumlu fotoğrafçı,20 li yaşlarına geldiğinde 10 yıllık bir dünya turuna çıkar.Ve turunun son durağı olan amerikada fotoğrafçı bir arkadaşı vardır ve fotoğrafla onun sayesinde tanışır.Zamanla fotoğraf makinesiyle daha fazla haşır neşir olur.Arkadaşının da yardımıyla Magnum'un Newyork ofisinde bir iş bulur ve çalışmaya başlar.Bu iş onun fotoğrafa daha fazla yönelmesini, bir çok iyi fotoğrafçıyla tanışmasını sağlar.Kendi deyimiyle bu üstatlar dan fotoğraf adına çok fazla şey öğrenmiştir bu süreçte.Daha sonra İCP ye kabul edilen D'agata yaşının fazlalığı ve direk kabulü sebebiyle bir anlamda denek bir öğrenci olmuştur ICP için.Burada kendi fotoğraf stilinin de yaratıcılarından ve benzer bir yaşama sahip olan Nan Goldinle tanışır ve ondan dersler alır.ICP deki eğitimin tamamladıktan sonra fransaya döner ve burada fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar.
D'agata'nın yaşam tarzı fotoğrafçı olmadan önce,sonra ve şimdi de hiç değişikliğe uğramadan devam etmektedir.Ve bu yaşam tarzı onun fotoğraf stilinin en büyük belirleyicisidir.Sürekli gece yaşayan,büyüdüğü kentinde karakteristiği olan terkedilmiş,dışlanmış ve toplumun en dibinde bir hayat sürmektedir.Uyuşturucu,alkol ve sex'in yaşamın kaynağı olduğu bir yer.Bunun tezadı olacak kadar da entellektüel kesimden arkadaşları da vardır.Yazarlar,ressamlar,sinemacılar vs..Profesyonel bir fotoğrafçı olması bile onu bu yaşam tarzından uzaklaştırmamış aksine fotoğrafı yaşam tarzına yaklaştırmış,adeta içine sokmuştur.Bu görece acı,şiddet ve keder dolu vizyon stilinin,non perfeksiyonist yaklaşımının üstün kullanımıyla doruğa ulaşmıştır.Seyirciye aktardığı her fotoğraf ,içinde barındırdığı, çoğumuza uzak-yabancı an'lar, fotoğrafın biçimi sayesinde bizi daha fazla esir alır hale getirilmiştir.D'agata kesinlikle fotoğrafın nasıl çekileceğini bilen bir fotoğrafçıdır.Ve kendi bireysel gerçekliği üzerinden evrensel gerçekliği,dünyaya ait olan tüm durumları saptamaktadır.
Fransaya yerleştikten sonra daha çok galeri mantığına yakın çalışan içinde Ackerman gibi çok iyi fotoğrafçılarında yer aldığı Fransa’nın bilinen ajanslarından olan Agency vu'ye katılır ve ajans için işler yapar.Bu işlerden ilki Filistin’de çalışmaktır.Orada belirli bir süre kalan D'agata kendi fotoğraf stilinin dışında,fotojurnalistik fotoğraflar çeker.Ve bize aslında fotoğraf makinesini ne kadar iyi kullandığını gösterir.Çektiği fotoğraflar ve seçimleri onun sinemasal diline çok yakın fakat genel stilinden farklı olarak klasik haber fotoğraflarıdır.Daha sonra Vu için Marsilya’daki kentsel donuşumu fotoğraflanması istenir.Orada yaşayan insanları bir stüdyoda çeker ve onları fotomontaj tekniğiyle, yıkılacak olan binaların önünde ve yanında gösterecek şekilde kurgular.Burada Marsilya şehrinin insanlar üzerindeki etkisi ve şehir-insan arasındaki kuvvetli bağa işaret etmektedir.Yıkılacak olan binalar değildir sadece,tüm geçmiş,bellek ve o insanları oluşturan bir çok şey.Bu süreç içinde dünyayı gezmeye ve yaşamsal deneyimlerini fotoğraflamaya devam etmektedir.Güney Amerika’dan Rusya’ya kadar bir çok ülkeyi gezmiştir.Ve bu ülkeler de en sık ziyaret ettiği yerler genelde hep aynıdır.Karanlık izbe sokaklar,meyhaneler,genelevler,kötü oteller vb. Uyuşturucu, sex seyahatinin ve deneyimlerinin değişmezidir.Bu deneyimlerinden çıkan fotoğraflarından bir kitap yayınlar.Mala Noche 98 basımlı ilk kitabıdır.Robert Frank,Eugune Richards gibi gezgin bir fotoğrafçı olan D'agata Mala Noche'de(kara gece) ağırlıklı olarak Meksika ve orta Amerika’daki fotoğraflarından bir seri yapmıştır.Sert ve yoğun bir kadrajlama,içindeki şiddetin bir dışavuruluşudur.Bu şiddet acımazlığın değil aksine duyarlılığın sonucu olan bir şiddettir.Sonraki kitabı Hometown isminden de anlaşılacağı gibi daha fazla otobiyografik doneler taşıyan bir eserdir.Marsilya’da çekilen fotoğraflarda,seyirciyi mahremiyetine daha fazla sokmakta, belge ve öznellik arasındaki kirli ilişkide gezinmektedir.Daha sonraki kitabı Insomnia onun geceyle olan ilişkisinin kitaplaşmasıdır.Uykusuzluğun ve gecenin yaşamı içinde konumunu belirlemektedir.O konum gecenin en karanlık noktasıdır.Daha sonra Vortex ve Stigma adıyla ki kitap daha yayınlar.Stilinde pek bir değişiklik yoktur, kitaplarında bazı fotoğraflar ortaktır.Çünkü bu kitaplar onun hikayesinin sadece parçalarıdır. Bu süreç içinde Vu'den ayrılır ve Magnum'a başvurur.Artık tanınan ve bilinen bir fotoğrafçı olmuştur.İşleri dünyanın bir çok yerinde sergilenmekte ve baskıları satılmaktadır.2004 de Magnum’a yedek üye 2008 de asil üye olur.Bu Magnum'unda Martin Parr'dan sonraki değişik vizyona sahip fotoğrafçılara açılma yollarından biridir.Magnum'da artık gelenekçi ve klasik yapısından yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamış yeni vizyonlara şans vermiştir.Bu 3.kuşak Magnumcular,Magnum’un son dönem temsilcileridir.
Son zamanlarda sinemayla da fazlaca haşır neşir olmaya başlamıştır. Le Ventre du Monde adıyla bir kısa film ve Aka Ana adıyla birde uzun metraj bir film çekmiştir.Ayrıca A Lost Man adıyla hayatının anlatıldığı bir sinema filmi de çekilmiştir.
D'agata fotoğraf da bireysel gerçeklik akımının en büyük ve iddialı temsilcilerinden biridir.Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı tanımlama çabası,onun çoğu zaman fotoğrafçı-fotoğraflanan arasındaki sınırda kaybolmasına sebep olmuştur.Bir çok fotoğrafçının aksine o fotoğrafladığı mekanlarda,fotoğrafladığı insanlar gibi yaşamaktadır.Onu onlardan ayıran belki de ayırmayan şey fotoğraftır.Mahremiyetle kurduğu ilişki, bize fotoğraflarında sunduklarıyla kendini açıkça göstermiştir.Mahremiyetle mahremiyetsizce bir ilişki halindedir.Biz her şeyi onun gözünden değil onun bilinç ve bilinç altından izlemekteyiz.
http://www.magnumphotos.com/Archive/C.aspx?VP=XSpecific_MAG.PhotographerDetail_VPage&l1=0&pid=2K7O3R14QKXR&nm=Antoine%20D%27Agata