28 Haziran 2011 Salı

Antoine D agata



"Fotoğrafın Kara Çocuğu"

1961 marsilya doğumlu fotoğrafçı,20 li yaşlarına geldiğinde 10 yıllık bir dünya turuna çıkar.Ve turunun son durağı olan amerikada fotoğrafçı bir arkadaşı vardır ve fotoğrafla onun sayesinde tanışır.Zamanla fotoğraf makinesiyle daha fazla haşır neşir olur.Arkadaşının da yardımıyla Magnum'un Newyork ofisinde bir iş bulur ve çalışmaya başlar.Bu iş onun fotoğrafa daha fazla yönelmesini, bir çok iyi fotoğrafçıyla tanışmasını sağlar.Kendi deyimiyle bu üstatlar dan fotoğraf adına çok fazla şey öğrenmiştir bu süreçte.Daha sonra İCP ye kabul edilen D'agata yaşının fazlalığı ve direk kabulü sebebiyle bir anlamda denek bir öğrenci olmuştur ICP için.Burada kendi fotoğraf stilinin de yaratıcılarından ve benzer bir yaşama sahip olan Nan Goldinle tanışır ve ondan dersler alır.ICP deki eğitimin tamamladıktan sonra fransaya döner ve burada fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar.

D'agata'nın yaşam tarzı fotoğrafçı olmadan önce,sonra ve şimdi de hiç değişikliğe uğramadan devam etmektedir.Ve bu yaşam tarzı onun fotoğraf stilinin en büyük belirleyicisidir.Sürekli gece yaşayan,büyüdüğü kentinde karakteristiği olan terkedilmiş,dışlanmış ve toplumun en dibinde bir hayat sürmektedir.Uyuşturucu,alkol ve sex'in yaşamın kaynağı olduğu bir yer.Bunun tezadı olacak kadar da entellektüel kesimden arkadaşları da vardır.Yazarlar,ressamlar,sinemacılar vs..Profesyonel bir fotoğrafçı olması bile onu bu yaşam tarzından uzaklaştırmamış aksine fotoğrafı yaşam tarzına yaklaştırmış,adeta içine sokmuştur.Bu görece acı,şiddet ve keder dolu vizyon stilinin,non perfeksiyonist yaklaşımının üstün kullanımıyla doruğa ulaşmıştır.Seyirciye aktardığı her fotoğraf ,içinde barındırdığı, çoğumuza uzak-yabancı an'lar, fotoğrafın biçimi sayesinde bizi daha fazla esir alır hale getirilmiştir.D'agata kesinlikle fotoğrafın nasıl çekileceğini bilen bir fotoğrafçıdır.Ve kendi bireysel gerçekliği üzerinden evrensel gerçekliği,dünyaya ait olan tüm durumları saptamaktadır.




Fransaya yerleştikten sonra daha çok galeri mantığına yakın çalışan içinde Ackerman gibi çok iyi fotoğrafçılarında yer aldığı Fransa’nın bilinen ajanslarından olan Agency vu'ye katılır ve ajans için işler yapar.Bu işlerden ilki Filistin’de çalışmaktır.Orada belirli bir süre kalan D'agata kendi fotoğraf stilinin dışında,fotojurnalistik fotoğraflar çeker.Ve bize aslında fotoğraf makinesini ne kadar iyi kullandığını gösterir.Çektiği fotoğraflar ve seçimleri onun sinemasal diline çok yakın fakat genel stilinden farklı olarak klasik haber fotoğraflarıdır.Daha sonra Vu için Marsilya’daki kentsel donuşumu fotoğraflanması istenir.Orada yaşayan insanları bir stüdyoda çeker ve onları fotomontaj tekniğiyle, yıkılacak olan binaların önünde ve yanında gösterecek şekilde kurgular.Burada Marsilya şehrinin insanlar üzerindeki etkisi ve şehir-insan arasındaki kuvvetli bağa işaret etmektedir.Yıkılacak olan binalar değildir sadece,tüm geçmiş,bellek ve o insanları oluşturan bir çok şey.Bu süreç içinde dünyayı gezmeye ve yaşamsal deneyimlerini fotoğraflamaya devam etmektedir.Güney Amerika’dan Rusya’ya kadar bir çok ülkeyi gezmiştir.Ve bu ülkeler de en sık ziyaret ettiği yerler genelde hep aynıdır.Karanlık izbe sokaklar,meyhaneler,genelevler,kötü oteller vb. Uyuşturucu, sex seyahatinin ve deneyimlerinin değişmezidir.Bu deneyimlerinden çıkan fotoğraflarından bir kitap yayınlar.Mala Noche 98 basımlı ilk kitabıdır.Robert Frank,Eugune Richards gibi gezgin bir fotoğrafçı olan D'agata Mala Noche'de(kara gece) ağırlıklı olarak Meksika ve orta Amerika’daki fotoğraflarından bir seri yapmıştır.Sert ve yoğun bir kadrajlama,içindeki şiddetin bir dışavuruluşudur.Bu şiddet acımazlığın değil aksine duyarlılığın sonucu olan bir şiddettir.Sonraki kitabı Hometown isminden de anlaşılacağı gibi daha fazla otobiyografik doneler taşıyan bir eserdir.Marsilya’da çekilen fotoğraflarda,seyirciyi mahremiyetine daha fazla sokmakta, belge ve öznellik arasındaki kirli ilişkide gezinmektedir.Daha sonraki kitabı Insomnia onun geceyle olan ilişkisinin kitaplaşmasıdır.Uykusuzluğun ve gecenin yaşamı içinde konumunu belirlemektedir.O konum gecenin en karanlık noktasıdır.Daha sonra Vortex ve Stigma adıyla ki kitap daha yayınlar.Stilinde pek bir değişiklik yoktur, kitaplarında bazı fotoğraflar ortaktır.Çünkü bu kitaplar onun hikayesinin sadece parçalarıdır. Bu süreç içinde Vu'den ayrılır ve Magnum'a başvurur.Artık tanınan ve bilinen bir fotoğrafçı olmuştur.İşleri dünyanın bir çok yerinde sergilenmekte ve baskıları satılmaktadır.2004 de Magnum’a yedek üye 2008 de asil üye olur.Bu Magnum'unda Martin Parr'dan sonraki değişik vizyona sahip fotoğrafçılara açılma yollarından biridir.Magnum'da artık gelenekçi ve klasik yapısından yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamış yeni vizyonlara şans vermiştir.Bu 3.kuşak Magnumcular,Magnum’un son dönem temsilcileridir.

Son zamanlarda sinemayla da fazlaca haşır neşir olmaya başlamıştır. Le Ventre du Monde adıyla bir kısa film ve Aka Ana adıyla birde uzun metraj bir film çekmiştir.Ayrıca A Lost Man adıyla hayatının anlatıldığı bir sinema filmi de çekilmiştir.

D'agata fotoğraf da bireysel gerçeklik akımının en büyük ve iddialı temsilcilerinden biridir.Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı tanımlama çabası,onun çoğu zaman fotoğrafçı-fotoğraflanan arasındaki sınırda kaybolmasına sebep olmuştur.Bir çok fotoğrafçının aksine o fotoğrafladığı mekanlarda,fotoğrafladığı insanlar gibi yaşamaktadır.Onu onlardan ayıran belki de ayırmayan şey fotoğraftır.Mahremiyetle kurduğu ilişki, bize fotoğraflarında sunduklarıyla kendini açıkça göstermiştir.Mahremiyetle mahremiyetsizce bir ilişki halindedir.Biz her şeyi onun gözünden değil onun bilinç ve bilinç altından izlemekteyiz.



http://www.magnumphotos.com/Archive/C.aspx?VP=XSpecific_MAG.PhotographerDetail_VPage&l1=0&pid=2K7O3R14QKXR&nm=Antoine%20D%27Agata

Sıtkı kösemen : gün bugün


Kösemenin gün bugün sergisi Fransız kültürünün sergi salonun da sergileniyor. Tabi serginin konsepti de mekanın neden burası olduğu hakkında açık bir fikir veriyor. Kösemen fotoğraf tarihimiz de değişik işler gerçekleştirmiş fotoğrafçılarımızdan. Üslup olarak benzer işler yapsa da genel türk fotoğrafından bir parça farklılık taşımakta. Daha once yaptığı “Beyoğlu” “Derin Bodrum” “insanlık halleri” hep benzer üsluptaki işler. Son olarak yaptığı “gün bugün” adlı proje, yine insan odaklı , yine benzer bir biçim. Serginin temel amacı türk gençliğinin profilini çıkartmak. Sergi metni projenin bir açıklaması şeklinde ele alınmışsa da, saf metin değeri olarak bile ne yazik ki çok bir değer atfedemiyor, bilinen dışında bir söylemi bir kenara bıraksak bile klişe ve bilinen cümlelerin dışına çıkamıyor. Bu da tabiî ki sergi izleyicisinin sergiden beklentilerini ciddi anlamda etkiliyor. Metinden fotoğraflara geçtiğimizde karşımıza hiç de fena sayılmayacak baskı kalitesindeki fotoğraflar , düzenlemenin ve tabi projenin tamamlayıcısı konumundaki, parça metinler çıkıyor. Bir çok farklı yerde çekilmiş genç insan portreleri ve onların gruplanmış hallerinin üzerinde belirli ki bir roportaj yada sohbetten ayıklanmış birkaç kelimelik cümleler fotoğrafların gücüne destek olmaya çalışıyor. Ama ne yazikki seçilen cümleler projenin aslında bir taraflı bakışla yapıldığının ipuçlarını hemen veriyor. 2010 kültür şeysi İstanbul kapsamında , belli ki türk gençliği üzerine bir proje istenmiş ve bu projede kösemene emanet edilmiş. Çok fazla sipariş kokan bu proje ne yazikki bu anlamda işin nitelğini de zayıflatmış gözüküyor. Halbuki böyle bir durum dışında yapılan bir proje olarak devam etseydi eğer, gerçekten hepimiz için keyifli bir sergi olabilimiş. Çünkü kösemen yaklaşımını ne yazikki avrupanın beklentilerini karşılamak üzerine inşa ettiği için onların gözünden umutsuz ve kafası tamamen karışmış türk genliği profilini adeta onlara hediye ediyor, çünkü hepimiz biliyoruz ki Avrupa için türk gençliği böyle ve onların aralarında yeri yok. Ve kösemen bilinçli yada bilinçsiz buna ne yazk ki hizmet ediyor. Fotoğraflanmış tüm protreler belirli sınıftan insanlara ait, yaşadığımız coğrafyanın şartlarından dolayı ekonomik olarak zor durumda olan ve zengin yada ünlü olma hayali taşıyan gençler. Bu yaklaşım belirili bir gerçekliği taşısada geneli yansıtmıyor ne mutlu ki. Aynı şekilde roportajlardan alınan cümleler de ne mutlu ki genel türk genci durumnu yansıtmıyor. Tabi biçimsel olaram bir Martin Parr estetiği hemen göze çarpıyor,renk kullanımı, seçilen nesneler bize Parr’ın Parpective’ni hatırlatıyor. Bence sanatçı için bir problem teşkil etmemeli bu durum, ifadelerin ortaklıkları ve benzerlikleri herkes için mümkün. Ama şurdan şöyle bir sonuca ulaşabilir insan, bir yabancının estetiğiyle ve algısıyla gençlerine bakmak, ne kadar gerçekçi bir sonuç elde edebilir. Evet bu bir fotorportaj değildir ama belgesel temelli bir projedir. Zaten serginin en büyük sıkıntılarından biride bu, kavramsallaşmaya çalışan belgesel temelli bir proje olması, fakat ikisini birbirne iyi kaynaştıramamış olması. Çünkü seçilen bazı fotoğraflar serinin kavramasal tarafını beslemesi için adeta zorla eklenmiş gibi. Çünkü proje kavramsallaşmaya pek müsait değil. Özellikle bir çok fotoğrafçının türk gençliği üzerine projeler yaptığını biliyorum ve birçoğunu sanırım yakın zamanda göreceğiz. “Gün Bugün” de bu prolerden biri olarak seyre sunuldu. Bence problemleri olan bir proje olmasına rağmen içinde barındırğı nüanslarıyla kesinlikle izlenmesi gereken bir sergi.

Engin Güneysu: "Sokağın Dili: Bildiğin İstanbul"


Ülkemizin genç fotoğrafçıları arasında çağdaşımda olan bir fotoğrafçı Engin Güneysu. sitesinden de okuyabileceğiniz biyografisinde de bahsettiği gibi İstanbul da yeni yaşamaya başlamış, çeşitli dergi ve ajanslarda çalışmış bir fotoğrafçı. daha once samsunda 200 evler adlı bir proje çekmiş ve bunu sergilemiş.Şimdide fototrekin istanbul 2010 fotoğraf geçidi kapsamında yer alan fotoğraf sergileri içinde genç fotoğrafçı kategorisinde "Sokağın Dili: Bildiğin İstanbul" sergisini Gültekin Çizgen küratörlüğünde gerçekleştirdi.
Sergi ilk gezildiğinde teknik anlamda ,özenli bir çalışmanın etkisini hemen gösteriyor izleyicisine. Gerçekten hiçte fena olmayan baskılar, poz değerleri çok yerinde ve keskin fotoğraflar çıkıyor karşımıza. Engin ışıkla, kadrajla, yorumuyla kesinlikle güçlü ve estetik fotoğrafları paylaşıyor bizimle. Yani artık sıradan olan fotoğraflardan ve projelerden sıkılan genel izleyiciyi bu özelliğiyle direk yakalıyor. Fakat sergiden çıktığımda aklımda bir çok soru belirdi..Neden bu kadar estetize etme? Bu estetiğin içinde kaybolan bir şeyler yok mu? Ve fotoğraflar neden bana hiç yabancı gelmiyor, birilerinin fotoğraflarına benziyor. Daha sonra Fototrekte düzenlenen sergi üzerine bir toplantıya katıldım, Çizgen ve Güneysu’nun katılımıyla sergi hakkında konuşuldu. Gültekin bey çok iddialı bir şekilde Engin'in ülkemiz fotoğrafının önemli bir temsilcisi olduğunu söylüyor daha da fazlasının sergi metnin de yazıyordu. Söyleşi devam ederken Engin kendini ve projesini anlatmaya başlayınca kafamdaki sorular yavaş yavaş cevaplandı. Engin'in dergi ve ajans geçmişi, takip ettiği fotoğrafçılar ve proje üzerine düşünceleri herşeyi benim açımdan açıklıyordu. Teknik ve ışık kullanımı açıdan gayet başarılıydı fotoğraflar ama dergi için çekilmiş gibi duruyorlardı. Sanki bir proje değil de dergiden alınmış bir iş gibiydi. Bir şey eksikti iyi fotoğraflar ama iyi bir anlatım mı? Estetiğin altında gümleyen sokağın dili. Sokak bu kadar estetize edildiğinde bir dilden bahsetmek mümkün müydü. İzlediği magnum ekolünden Pinkassov, Webb belkide Mccury stili ışık ver renk kullanımı ne yazıkki bu ustaların dilinin sanki bir taklidi ama başarısız bir taklidi gibiydi. Sonuçta bu stil güçlü bir yoruma ve birikime ihtiyaç duyuyordu, bu kotarılamadığında ortaya N.G için çekilmiş polarize filtreli, ps de bol bol düzenlenmiş fotoğraf olarak ortaya çıkıyordu. Ve işin asıl üzücü kısmı da Engin'in bu projeyi bir düşünme sonucu oluşturmadığı, elindeki fotoğraflardan bir derleme yaptığını açıklamasıydı. Çünkü iyi bir izleyici bunun böyle bir durum olduğunu çok rahat anlayabilirdi. Eğer bir kaç kişi olarak biz anladıysak bir çok insanda anlayabilirdi. Sonuçta evet sokak fotoğrafçılığı sürekli çekmeyi gerektiren, bir çok anı görüntüleme hedefli bir iştir, ama düşünsel bir zeminde olmayınca da ortaya, sokalar da çekilmiş bir çok fotoğraf çıkıyor. Ama bu fotoğraflar bu seriyi bir proje yapamıyor. Ve işin diğer bir tarafı da Engin’in İstanbul’a bu kadar dışardan bakması ve çok sınırlı bir alanda çekim yapması. Bunu da kendi ağzından duyunca her şey netleşiyor. “Bir turist gibi daha çok turistik yerlerde çektim bu fotoğrafları” diyor. 200 evler projesiyle arasındaki fark hemen ortaya çıkıyor, bütünlük! O projede çok estetize edilmeye çalışılmış, üzerinde epey psle renk düzenleme yapılmış olsa da kesinlikle daha samimi bir proje. Ve Engin'in bence izlediği fotoğrafçıların müthiş tarzlarıyla kendi yorumunu harmanlayarak bir şeyler ortaya çıkarması, çok daha ona ait işler üretmesine yardımcı olacak. Yoksa hep aynı fotoğrafları çekme paradoxuna yakalanacak. Hepimiz için bu durum ne yazik ki büyük bir tehlike. Sonuçta bence Engin gerçekten başarılı ve samimi bir fotoğrafçı, ama en zor olanı, yani, kendi dilini oluşturmasını sağlayabilirse gerçektende ülkemizi temsil edecek fotoğrafçılardan biri olacaktır.
Ve tabi işin diğer kısmı , küratörlük ve sergi hakkındaki konuşmasıyla sayın Çizgen. Evet Engin'i bir yerde tesadüfe yakın şekilde keşfedip bu sergi için yüreklerindiren Gültekin Çizgen bence proje için aynı şeyleri ne yazık kisağlayamamış.Eğer bur sergide bir bütünlük olduğuna gerçekten inanıyorsa çok bir şey söylemeye gerek yok ama bu kadar farklı tarzda fotoğrafların ortak bir dili bu şekilde bir küraasyonla bence mümkün değil. Bence aynı şeyi Altan Bal'ın Kamyoncular sergisinde de yapmış ve ortaya bir çok açıdan zayıf bir sergi çıkmıştı. Ayrıca sergi okumalarını ikinci defa izlediğimde de ne yazik ki fotoğraf ve proje adına kayda değer hiç bir şey söylemedi Çizgen. Engin'in stilini Koudelka'yla kıyaslaması, non perfeksyonizmin fotoğraftaki öncüsü Robert Frank'dan hiç bahsetmemesi bu kadar sanat tarihi bilgisine rağmen çok etkiyeci fotoğraf, gölgenin kafası tabelanın altına denk gelmiş, insanların hepsi başka bir yere bakıyor gibi fotoğrafta gördüğümüzü tekrar bize anlatması sergi mi okuyoruz yoksa gördüklerimizi söylüyoruz durumuna getirdi bizi. Ayrıca gençlere her zaman destek verdiğini söylemesi fakat bu seride açılan Engin'den sonraki en genç insanın 40 lı yaşlarını ortasında olması, ayrıca gençleri desteklemek adına hiç bir sergi çağrısı yapmamış olması benim bu konudaki şüphelerimi arttırmaktan başka bir iş yaramıyor.Ülkemizin fotoğraf adına işler yapan, bu amaçla destek alan kurumlarının samimi bir şekilde genç fotoğrafçıları desteklemeleri ve bunu ahbap çavuş ilişkisinden de bir adım öteye taşımaları ve açık çağrılı şekilde sergi düzenlemeleri daha adil, demokratik bir sistem oluşturmaları gerekmektedir. Unutmamalıdırlar ki musluğun başına yakın olan onlardır ve bu suyu yönlendirmek de onların sorumluluğudur.

özant kamacı : pause


Özant Kamacı: PAUSE
Elipsis Galerinin sanatçıları arasında bulunan Özant Kamacı’nın sergisini 2. Denememde izleme şansı buldum. Elipsisin yeni galerisinin eskisine oranla daha bir ruhsuz olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacak. Ama en son ki dayak olayıyla meşhur olan boğaz kesen caddemizin üzerindeki yeni yeri, galeriler caddesi olmaya aday gibi gözüken bu yerde tek fotoğraf galeri olma özelliğiyle kıymete değer. Elipsis ülkemizde fotoğrafa odaklanmış tek galeri olması, ayrıca açılan sergilerin bir çoğun baskılarının yapıldığı bir merkez olmasıyla oldukça kuvvetli bir noktada yer alıyor ülkemiz fotoğrafı adına. Klasik olarak genç yeteneklere destek vererek de bu konuda bir adım daha atmış oluyorlar.
Özant Kamacı elipsisin iki türk sanatçısından biri. Diğeri yine genç fotoğraf sanatçılarımızdan Serkan taycan. Sergi haberini bir şekilde alıp okuduktan sonra, galerinin sitesinden biraz fotoğrafları birazda Özant hakkındaki bilgileri inceledim. Özant kanada da yaşayan bir fotoğraf sanatçısı ve üretimlerine orada devam ediyor. Ve yurtdışında sanat eğitimi almış. Biraz araştırınca Özant’ın yurt dışındaki çalışmaları ve özelikle “Pause” serisiyle elde ettiği başarıların sanatçının daha fazla tanınmasına yardım ettiğini öğreniyorum.
Fotoğrafları ilk incelediğimde gerçekten heyecanlandım. Çünkü bir çoğu güçlü kompozite edilmişlerdi. Kare formatın getirdiği nört gücü, Özant’ın kadrajları daha da desteklemişti. Daha fazla merak ederek sergiyi görmem gerektiğine karar verdim. Elipsisin galerisinin ufaklığı ne yazık ki bu sergi için epey dezavantaj olmuş. Galeri ufak ama baskılar büyük olunca bir anda çok yoğun bir uyarıya maruz kalıyor insan ister istemez. Ve bu sıkışıklık fotoğraflardaki minimalizmle ne yazık ki sergileme bağlamında çok uyuşmuyor. Bu nedenle eserlere yoğunlaşmada, Özant’ın seyirciyi kışkırtma etkisini elde etmesine de bir engel teşkil ediyor. Yinede bir şekilde odaklanarak fotoğrafları izlemeye başlıyorum. Baskı büyüklüğü ve iyiye yakın bir baskı kalitesii izleyici de tatmin sağlamayı kolaylaştırıyor. Fotoğrafların grafik temelli komposizyonlarıminimalist estetikle iyi bir şekilde harmanlanmış ve renk düzenlenme de oldukça etkili. Sergi 3 bölümden oluşuyor. Temelde doğa-makine ilişkisine odaklansa da belirli yönlere dağılmış durumda. Beni en çok etkileyen ağaç-uçak “çaprazlanması” bölümü. Fotoğraflarda dondurulan anlar, fotoğraf adına düşünen bir çok insan için projenin derdini anlatmaya gayet yeterli oluyor. Endüstrileşen dünyamızın doğa üzerindeki etkisi, bu konular hakkında biraz bile duyarlılığa sahip bir çok insan tarafından kanıksanmış bir konu. Ve fotoğraflar bu temel işlev üzerine garip eşleşmelerin tespitiyle bize tekrar hatırlatılıyor durumu. 2. bölüm şehir ve uçak ilişkisi üzerine. Bu bölüm şehir ayrıntıları ve uçak ilişkisi üzerine daha fazla grafik etkilerlerle düzenlenmiş komposizyonlardan oluşuyor. Dünyanın bir çok şehrinde bu dev makineler adeta şehir kuşları olmuş durumdalar. Bir anlamda modernizmin Piterodaktilleri adeta. 3. bölüm uçak gözlemcileri- buda nasıl bir hobiyse!- üzerine. O bölge de yaşayan uçak gözlemcilerini bir resim komposizyonuyla görüntülemiş Özant. İnsan-uçak ilişkisinin fetişleştiği bir alan olan bu gözlem durumu, ülkemize çok yakın olmasada en azından o coğrafyada olduğuna dair bir bilgi aktarıyor bize.
Sergi sonunda proje hakkında metni okuduğumda açıkçası çok zayıf ve beylik bir metinle karşılaştım. Özellikle de 3 bölüme özgü ayrı ayrı fikirler üretmek gibi bir çaba içine girildiğini hissettirdi bana. Sanki bir şekilde bir birinden farklı bu üç bölümü zoraki bir birleştirme çabasıydı bu. Çünkü serginin bence en zayıf tarafı da bu çoklu anlatımı zorlaması. Çünkü güzel bir temel fikri, kör göze parmak şekline getirecek kadar zorla birleştirmiş gibi duruyor sergi. Özant Fotoritim’deki kendi açıklamasında önce uçak gözlemcilerinden yola çıktığını ve daha sonra da Wolgang Tillmans veBrian Griffinden etkilenerek projeyi şekillendirdiğini söylüyor. Tillmans’ın concorde işini biraz inceleyince bunun bir etkilenmeden fazlası olduğunu da düşünmemek elde değil. Proje total olarak iyi bir fikir üzerine inşa edilmiş olsa da bence çok fazla dağılmış izlenimi uyandırıyor. Sadece ilk bölümdeki işleri sergilemesi endüstri ve doğa ilişkisini daha fazla kuvvetlendirebilirdi. Zaten kendisi de sitesinde bu şekilde ayırmış. Fakat nedense aynı şekilde sergilemeyi tercih etmemiş.
Sonuç olarak yurtdışında aldığı sanat eğitiminin ve disiplinin projeye olan olumlu katkıları kendini çok rahat göstermekte. Ve çıkan proje zaten Özant’a uluslar arası bir başarı kazandırmış durumda. Umarım üzerine düşünülmüş ve çalışılmış diğer projelerini de izleme şansı yakalarız..

“AHMET ELHAN – IKILILER” ÜZERINE

Üzerine düşünme ve söz söyleme isteği uyandıran bir sergi “İkililer”.
Ahmet Elhan’ın son serisi olan ve Orhan Alptürk’ün önyazı ve söyleşisiyle,düşünme edimini söz söyleme isteğine çeviren İkililler,adı üzerinde ikili gösterilmiş tekil fotoğraflardan oluşuyor.Sergi kataloğuna göre 26,sergi mekanına göre 10, sanatçıya göre ise her an artabilir sayıda olan bu proje, proje bütünlüğü açısından,bu seçimin neye gore yapıldığı, segilenecek 10 adet fotoğrafın nasıl seçildiği ve eğer güçlü olduğuna inanılan,gösterilmek istenen sadece bu 10 fotoğraf ise geri kalan sayının anlamını çözemediğim bir bütünlük sunuyor.
Sanatçının külliyatına bakınca insansız, görseli güçlü, grafik anlamı içeriğin önünde olan fotografik söylemin,teknik değişmiş bile olsa devam ettiğini görüyorum.İlk anda inanılmaz etkileyici olan “Yerler” serisine rağmen benim favorim olan gece serisinin bende uyandırdığı öznel etkiyi yaratmıyor “ikililer”.
Orhan Alptürk’ün söyleşide de üzerinde durduğu,diptych yapı kullanımı,espas kullanımı,biçim içerik ilişkisinde öykücü dilden uzak olma,çekmek ve yapmak edimlerini sorgulatması ve perspektifin özenli kullanımı gibi teknik; manzara temasını seçerek çabuk ilgi toplaması ve merkez odaklı fotoğraflarda köşe kararması kullanımı gibi bakana yönelik önceden tasarlanmış ögeler bu seri üzerine kafa yormamı sağlamaya yetiyor.
Tüm bu teknik ağırlıklı başlıkların yanında fotoğrafların kimliksiz olması ve bana gore içerik olarak yeni birşey söylememesi teknik-içerik dengesizliğine sebep oluyor.
Tabi ki bir sanatçıya veya bir projeye tüm beklentileri yüklemek pek adil değil ancak fotoğraf sanatının diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi eser üretiminin öncesinde,tüm düşüncelerin,kurguların,niyetlerin öncesinde içsel bir tohuma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.İçerik dediğimiz ve samimiyeti sağlayan bu tohum,o üretimin yapılmasını zorunlu kılıyor,sanatçı ise sadece uygun bir mecra,bu içsel dürtüyü ortaya çıkarmak için kendine uygun bir aracı kullanmak zorunda kalıyor.Bu aracı ister resim olsun,ister yazı, ister fotoğraf.Tek görevi buluşturmak.
Sonuç olarak,fotoğraf üzerine düşündürüyor ikililer serisi, sadece sergiden çıktığınızda bir his bırakmıyor.

sergen

27 Haziran 2011 Pazartesi

İstanbul Modern Performans Galerisi Lale Tara Performansı



 Not: okumaya başlamadan önce uyarı, bu yazı fotoğrafla ilgilidir,fotoğrafçıyla değil.Fikirle ilgilidir kişiyle değil.

Sanat olup olmaması ile ilgili tüm tartışmaların odağıdır belki de fotoğrafın ” kolay” olması,şıp diye çekilmesi.Elinde makina,basıp çekersin karşındaki gerçeği, zaten orda olanı gösterirsin.Kolaydır fotoğraf,  resim zordur ama 2 yaşındaki çocuklar bile resim yapar ama o sayılmaz.Fotoğrafçıların da çoğu kullanır zaten fotoğrafı; bir gezme aracı olarak, ilk amaç nedir asla bilemeyiz,gezmek mi görmek mi çekmek mi.

Eğer fotoğraf üzerine “çok” düşünürseniz, işleri çekmek değil de yapmak üzerine oluşturursanız, çekim anında makinayı tripoda bağlamadan elde çekerseniz,müzik dinlerseniz çekerken, çektiğiniz fotoğraflardaki herşey o anki keyfinize göreyse siz belki de fotoğraf çekmek yerine bir performans sergiliyor olabilirsiniz.

Girişte sizi “sex dolls” vuruculuğu karşılıyor.Her ne kadar  Lale Tara bu bebekleri sadece gerçeğe en yakın dokuyu ve görseli sağladığı için kullandığını söylese de sergi yazısı bu fikirde değil, elinde yeni doğmuş bebeklerle duran sex dolls’lar kilisede Ümit Ünal tarafından hazırlandığı özellikle belirtilen rönesans dönemi kıyafetlerle fotoğraflanıyorken sanatçının beklediği masalsı ve herkesin kendine ait bir hikaye bulması mümkün değil,aynı işlere başka galerideki sergilerde isim verirken bu sefer “ kurabiye tarifi gibi” bişeyler yazılmamış olması da maalesef bakan gözleri özgürleştirmeye yetmiyor.

Tüm bu güdümlemelerin dışında işlere baktığımda ise yaklaşık 5 adet fotoğraftan sonra birbirini tekrar eden,yeni birşey anlatmayan, hikaye oluşturmayan,kocaman baskılar görüyorum.Baskı kalitesi olarak özellikle bazı fotoğrafların bu denli büyütmeyi kaldıramadıkları biraz yaklaşınca belli oluyor, ama bu belki de kafamızdan çıkmayan seri fotoğraf kavramının bir sonucu, 3 fotoğrafta anlatacağımızı anlattığımıza kanaat getiremiyoruz.

Produksiyonun,produksiyon firmalarının fotoğrafa sokulması,mekan seçimlerinde yardımcı olmaları,izinlerin alınması, bie ekip olarak çalışılması bu serginin iyi yanları, ama fotoğraf zaten böyle birşey, çok iyi bir hazırlık gerektiriyor.Çok düşünme,okuma,tasarlama,gitme,yardım alma fotoğrafın içinde olan şeyler.Lale Tara’nın bu sebeplerle işlerini performans olarak adlandırmasını,kendisini Fotoğraf Galerisinde sergileyenlerin düşünmesi lazım.

23 Haziran 2011 Perşembe

GFİ Açılış Sergisi - Burçin Esin

Genç Fotoğraf İnisiyatifi,açılışını Burçin Esin'in "Singing Birds and Wandering Ghosts" sergisiyle yapıyor.Ahmet Elhan,Ahmet Polat,Attila Durak,Murat Germen,Nezaket Tekin,Serra Akçan ve GFI'nin değerlendirmesiyle seçilen Burçin Esin'in fotoğraflarını sizlerle paylaşmak ve yeni yerimizin açılışında birlikte olmak için 24 Haziran Cuma akşamı hepinizi bekliyoruz.
Not:Gelirken içeceklerinizi de yanınızda getirirseniz, hem biz hem de diğer gelenler çok daha memnun olacaktır.

Young Photograph Initiative presents its opening with the exhibition of Burçin Esin’s solo show entitled ‘Singing Birds and Wandering Ghosts’. The artists and his works have been elected through careful evaluation of candidates by Ahmet Elhan, Ahmet Polat, Atilla Durak,Murat Germen,Nezaket Tekin,Serra Akçan ve GFI. We cordially invited you to our opening exhibition.

Looking forward to see you there.

Please bring your own drink for your pleasure.

22 Haziran 2011 Çarşamba

GFI

Temel amacı,bilgi paylaşımını benimseyen fotoğraf sanatçıları,profesyoneller ve akademisyenlerin desteğiyle, genç fotoğrafçıların sosyal ve sanatsal olarak sürdürülebilir bir yapıya ulaşmalarına yardımcı olmayı ve bunun sonucu olarak da "Türkiye Fotoğraf Kültürü"nün gelişimine katkıda bulunmak için,inisiyatif almayı amaç edinen bir sivil harekettir.

Bunu; üyeleri, kütüphanesi ve medya araçlarıyla bilgi havuzu oluşturarak yapmayı hedeflemektedir.Kendi kuşağımız sanatçı ve fotoğrafçı arkadaşlarımızla aynı sorunları yaşamanın getirdiği farkındalıkla,bir ortak platform kurarak, gelişimimize katkıda bulunacak imkanları kendimiz sağlayarak, daha özgür ve demokratik ortamlarda kendimizi ifade etme imkanıyla gelişimimizi sağlamak için çalışacağız.Bu platform bağımsız bir fotoğraf galerisi ve internet sitesi aracılığıyla genç snatçılara, eserlerini sergileme şansını sağlayacaktır.
Eserlerini izleyicilerine ulaştırarak duygu ve düşüncelerini aktarabilecek, eser satışından elde edilen gelirle de bağımsız sanat üretimerine devam edebileceklerdir.Bu sayede ülkemizde yeni, genç, alternatif bir fotoğraf anlayışının gelişmesini sağlayarak hem sanatsal hem de sosyal bir gelişime katkıda bulunabileceğiz.Ulusal ve Uluslararası düzeyde sanatçılar arası iletişim ve paylaşım ortamının kurulmasıyla, kültürler arası bilgi paylaşımı, ortak değerler oluşması ve önyargıların kaldırılmasında sonsuz bir değer yaratılabilecektir.

kaldığımız yerden...


12 NISAN 2010 PAZARTESI

genç fotoğraf..

bi yerden başlamak lazım.. değişmek ve değiştirmek adına.. eğer bu topraklarda bir fotoğraf anlayışı, algısı,düşüncesi varsa bence değişmeli, gelişmeli. belkide gerçekten en demokratik ortam olan internet,bunu gerçekleştirmekteki tek şansımız. fotoğraf çekildiği kadar, üzerine düşünüp konuşuldukça gelişen bir olgu. ben herkesin fotoğraf üzerine yazabileceği, bir ortaklığın olduğu, sınırlamaların kuralların olmadığı bir platform bulamadım. eğer varsa bu benim mallığımdır peşin kabul ediyorum. ve bu blogun tek amacı fotoğraf üzerine yazmak isteyen herkese bu imkanı sağlamak. hiç bir sınır ve kural yok , yeterki fotoğrafla ilgili olsun. neden genc fotoğraf sorusuna ayrı bir başlık da açıklamayı planlıyorum. eğer ben geç kalırsam siz aklınıza geleni yazın..bende yazmak istiyorum diyorsan mailini bana yaz hemen eklenecek..
ersin gök